21 Şubat 2010 Pazar

The Wolfman (2010)


Geçenlerde dostlarımızla niyetlendik, sinemaya gidelim dedik. Bakıyoruz vizyonda neler var? Üç salon Recep İvedik. Geç. Sikko romantik komediler. Geç. Denzel Washington'un adi bir filmi. Geç. Elimizde kala kala Oscar'a aday olmuş An Education ile The Wolfman kaldı. Uzun fikir teatilerinin ardından The Education'ın sinemada izlemeye değecek bir film olmadığına, netten xVid.DvdsCr.avi versiyonunun indirilmesinin kâfi olduğuna karar verdik. "En azından iki efekt görürüz." diye daldık The Wolfman'a.

Şimdi Lawrence diye bir arkadaş var. Kendisini Benicio Del Toro canlandırıyor. Bu Lawrence Londra Şehir Tiyatroları'nda Hamlet mamlet yardırırken, kardeşi Ben'in (Bu arada yazdığım son üç filmde de Ben diye karakter var ulan.) yavuklusundan bir mektup geliyor. "Kardeşini kurt kaptı Lawrence yetiş." haberiyle sarsılan karakterimiz de, basıp gidiyor baba evine, Blackmoor'a.

Lawrence'ın babası Sir John Talbot (Anthony Hopkins) da kendisine şahane ortam yapmış. Köşk falan. Bir de uşak tutmuş kendine, kafası rahat yaşıyor. Her ne kadar Lawrence'ın dönüşüne sevinse de, "Etliye sütlüye fazla bulaşma, cinayet minayet sen anlaman bu işlerden." diye telkinlerde bulunmayı ihmal etmiyor. Köyde de "Ben'e ayı atlamış.", "Çingen çocukları öldürmüş kızancığı." gibisinden dedikodular yayılmakta. Bunların yanında "Dolunay olunca ortaya çıkan insan-hayvan karışımı bi mahluk yapıyo hep bu işleri." diye efsaneler de oldukça yaygın.

Babasının "Dolunay çıktı mıydı dolaşma ortalarda neme lazım, efsane mefsane diyorlar ama ben bile şu Sir ünvanımla tırsmıyor değilim." tembihlerini de sallamayan Lawrence, dedektif edasıyla ormandaki çingen çocuklarına soruyor olayı. "Gençler nedir ne değildir bu efsaneler mefsaneler?" diye araştırma yaparken, dolunay gökyüzünde belirivermesin mi? "Auuu mauuu" diye sesler yankılanmasın mı ormanda? "Noluyo lan?" demeye gelmeden filmimize adını veren mahluk, "Kurt adam", bütün çingen mahallesini katlediyor maalesef. Bizim Lawrence da omzuna yediği dişlerle ucuz kurtuluyor neyse ki. Sonra da olaylar gelişecek işte...

Ben beğendim lan filmi. Birlikte gittiğimiz ukala dostlarım sürekli bok attı ama, ben tavsiye edebilirim. Kurt adam filmi işte sonuçta, manyak bir beklentiyle gitmeye gerek yok. "Anthony Hopkins de ne yaşlanmış lan.", "Emily Blunt da sağlammış.", "Aa bu Matrix'teki Ajan Smith miymiş lan." diye geyik yapa yapa sıkılmadan izleyeceğiniz bir film. Haydi iyi seyirler.

Puan: 7

19 Şubat 2010 Cuma

Leaving Las Vegas (1995)


Efendim Nicolas Cage denen tipsizden hiç hazzetmem. National Treasure gibi sikko filmlerin oyuncusu olarak kafamda yer etmiştir. Lakin bugün Leaving Las Vegas'ı izlememin ardından "Vay lan." demekten ben de kendimi alamadım. Levent Kırca'yı dahi aşan sarhoş karakteriyle yardıran Nicolas, Oscar heykelciğini de vitrinine koymuş zaten.

Filme gelecek olursak. Nicolas Cage, filmdeki adıyla Ben, bildiğin "loser". Sabahtan rakıya başlayan, akşama kadar da durmadan içen bir zavallı. Ama ne içmek efendim. Ben böyle öküzlük görmedim. Bir de sadece kendine zararı olsa neyse, içip içip elalemin karısına kızına yavşaması da cabası. Zaten karısı da böyle bir adamı fazla çekememiş zamanında, sktir olup gitmiş. Anlaşılan karısı gidince iyice boka batan Ben, sonunda işini de kaybediyor. Artık bütün hayatı, kankalarından borç harç bir şeyler koparıp, gündüz barlarda akşam da kahpelerin yanında yiyerek geçiyor. İnsan mı hayvan mı belli değil kısaca.

"Skerim böyle hayatın ızdırabını." diye düşünen Ben, düşünüyor taşınıyor, evi barkı bırakıp yaban ellere, Las Vegas'a yerleşme kararı alıyor. Planlarına göre oraya gidip arabayı marabayı satacak. Elde avuçta ne biriktiyse içki-kumar-karı üçgeninde yiyerek geberip gidecek. Gerçekten harika bir plan. Neyse dediğini de yapıyor, gidiyor bir otele yerleşiyor. İlk geceden "Dur Vegas cıvırlarından birini odaya indireyim." diye düşünüp keşfe çıkan Ben, filmimizin diğer kahramanı Sera'yı 500 liraya ikna ediyor. Cima etmeye odaya gidiyorlar ama, bizim Ben hayvanı birtakım duyguları olduğunu fark ediyor. Aşık oluyor kızcağıza. "Sevişmeyelim konuşalım." diye triplere giriyor. Kız da bundan etkilenmeye meyilli, zira kendisinin Litvanyalı bir pezevengi var Yuri diye, hayatı dar ediyor buna. "Ulan o pezevenkle uğraşacağıma bu ayyaşla takılırım." diye düşünen Sera da, Nicolas'a karşı boş olmadığını belli ediyor. Aralarında bağlar oluşuyor falan. Olaylar gelişiyor. 

Nicolas'ın o sevimsiz suratına rağmen gayet güzel olan bu filmi kaçırmamanızı tavsiye ediyorum efendim. Sera rolüyle Elisabeth Shue adındaki arkadaş da, güzelmiş gerçekten. Kendisini yakın takibe alıyorum bundan sonra. Ben gideyim, yarın dersim var. İyi seyirler dilerim.

Puan: 7.5

15 Şubat 2010 Pazartesi

The Graduate (1967)


Blogumuzda ele aldığımız onuncu filmde, üçüncü kez Dustin Hoffman'la karşılaşıyoruz. Aslında manyak fanı falan değildim kendisinin, lakin bebelik zamanı filmlerini izledikçe daha çok sevmeye başladım. The Graduate ise tee 67'den kalma, kendisinin ilk filmi. Bu ilk filminde esasında 30 yaşında, eşşek kadar bir adam olan Hoffman; 20 yaşında, üniversiteyi yeni bitirmiş saf bir sabi sübyanı canlandırıyor. Kendisi 1.66'lık bir pigme olduğu için çok fazla takılmıyoruz, devam ediyoruz.

Efendim dediğimiz gibi, Dustin, filmdeki adıyla Ben, yaban ellerde üniversiteyi bitirmiş, baba evine Los Angeles'e dönmüş. Görgüsüz ailesi de kendisinin şerefine parti gibi bir şey düzenliyor. Bütün eş dostu da çağırmışlar haliyle görgüsüz oldukları için. Pastalar, börekler, kısırlar. Adeta bir gün havası. 

Ben de biraz yabani bir çocuk. İnsan içine çıkmayı pek sevmiyor. Çevresini kuşatıp "Yeğenim lojistik işine gir, lojistikte çok para olucak ilerde.", "Aslan oğlum benim nasıl da mezun oldu." diye daraltan hısım akrabadan kaçıp odasına kapanıyor hayvan gibi. Ancak Ben'i orada da rahat bırakmayan biri oluyor: Anasının gün arkadaşlarından Mrs. Robinson. "Ben'cim tebrikler yavrum, iftihar ediyoruz seninle." diye muhabbete giren Robi, konuşmanın sonunda "Yavrım çok içtim, beyim de gelemedi, beni eve bırakabilicen mi?" tadında bir teklifle geliyor bizim kızancığa. Başta "Aman teyze yapma etme." diyen yabani Ben, sonunda ısrara dayanamayıp ikna oluyor tabii.

Ne yazık ki Mrs. Robinson eve getirmesiyle yetinmiyor Ben oğlanın, utanmadan kendisine "Yavrım eve kadar bırakabilicen mi, her tarafım tutuldu." şeklinde teklifler sunuyor. "Ulan sübyancı mıdır nedir bu karı." diye endişeye kapılan Ben oğlan da ayıp olmasın diye bir şey diyemiyor tabii. Sonunda beklenen oluyor; Mrs. Robinson evde Ben'in karşısına anadan üryan çıkıp niyetini belli ediyor. "Aman teyze naptın." diye terleyen Ben kaçıp gidiyor oralardan, utangaç çocuk ne yapsın.

Utangaç mutangaç ama, kendisi de senelerdir yaban ellerde yanıp kavruluyor tabii. Eline karı eli değmemiş. Sonunda dayanamıyor, Robinson'u arayıp "Teyze napıyon, buluşak mı bir ara ehin ehin?" diye ahlaksızca coşuyor. Bu andan itibaren ikili arasında otelde buluşup cima etmeye dayalı pis bir ilişki başlıyor. Aylar boyu gündüzleri evde sığır gibi yatıp akşam Robinson'la işi pişiren Ben'in ana babası endişeleniyor tabii sonunda, "Okulu bitirdi zaar gibi geziyor şimdi deyyus." diye düşüncelere kapılıyorlar. Hiçbir boktan haberleri de olmadığı için "Mrs. Robinson'un kızı var ya Elaine, onunla başgöz mü etsek bu dürzüyü." diye planlar kuruyorlar. Olaylar gelişiyor...

Film güzel. Günümüzün sikko romantik komedilerine ilham vermiş olması pek yüksek ihtimal olmakla birlikte, onlar gibi yavan da değil. Zaten yukarıda okuduğunuz üzere salt komedi de değil. Hâtta komedi filmi değil lan bu, ne diyorum ben? Müziklerin de bombastik olduğu bu filmi, yalnızca sübyan Dustin'in şahane oyunculuğu ile arz-ı endam etmesine tanık olmak için bile izleyin diyorum. Haydi görüşürüz.

Puan: 7.5

13 Şubat 2010 Cumartesi

Glengarry Glen Ross (1992)


Efendim bu akşam da oturdum, annem ve teyzem ile birlikte, 92 yapımı adı sanı pek duyulmamış bir film izledim. Aslına bakılırsa, oyuncu kadrosu oldukça şahane. Al Pacino'dan tutun Jack Lemmon'a, Ed Harris'ten Kevin Spacey'ye, Alec Baldwin'e kadar nerede bombastik oyuncu var hepsi bu filmde. "Öyle herkesin oynadığı filmler de boktan oluyo yaa." diye bir inancım vardı ama bu filmle beraber bunu da aştık çok şükür. Gerçi teyzem tabii ki uyudu filmde ama, konumuz bu değil.

Film tiyatrodan uyarlama olduğu için yukarıda ismini saydığım babaların bol bol yardırmalarını, tiradlarını izlemek mümkün. Bu güzel. Filmin öyküsüne gelince, film bir avuç yavşak emlakçının yavşaklıklarını anlatıyor. Hepsi, para için hiç düşünmeden anasını babasını satacak şerefsizler. Bunların çalıştığı büroda (Evet büroda çalışıyorlar, bizdeki gibi 'Çetin Emlak' falan diye bir durum yok yani.) son zamanlarda işler iyi gitmeyince, büronun bağlı olduğu şirketten Blake diye görgüsüz bir lavuğu yolluyorlar emlakçı arkadaşlara ayarı versin diye. Alec Baldwin oluyor o da.

Blake başlıyor bizim emlakçıların ağzına sıçmaya. "Beyler kırk yıllık büronun adını kirlettiniz. Jack Lemmon'mış Ed Harris'miş yok efendim Al Pacino'ymuş dinlemem, sıçarım hepinizin şarap çanağına. Bundan böyle yatarak para kazanmak yok. Bir hafta içinde en çok satış yapana araba veriyorum, diğerlerine de kafasını veriyorum. Satanlara ayrıca yeni kalantor müşterilerin de satışlarını vereceğim. Satamayan da kovulur, hadi sktirin gidi şimdi." diye ayarı veren Alec Baldwin, rolünü tamamlayıp filmden de ayrılıyor. Daha ne yapsın zaten, kırk yıllık aktörleri sildi orada bir kalemde.

Dediğimiz gibi bu puştlar da paradan başka bir şey düşünmüyor. Bir tanesi de toplantının ardından çıkıp efendi gibi gideyim malımı satayım da işimi kaybetmeyeyim diye düşünmezken, hepsi "Ulan ne yapsak da bi piçlik yapsak diğerlerinin önüne geçsek." diye planlar kurmakta. Bir tek Ricky Roma (Alpa Çino) var bunların arasında, o da bürodaki tek "iyi" satıcı konumundaki şahıs, böyle şeylere ihtiyacı yok. Diğer heriflerin hepsi de "Kendi yerimizi açalım hafız, 'Ed Harris Emlak' falan.", "Bence gidelim kalantor müşterilerin isimlerini çalalım ofisten." gibi planlarını kuruyor. Olaylar gelişiyor.

Filmin tamamı birtakım takım elbiseli adamlar arasında ofis mofis gibi yerlerde geçtiği için kimilerine sıkıcı gelebilir. Ama oyunculuklar harika, isimler süper. Tavsiye ediyor muyum o yüzden? Evet ediyorum, hoşçakalın.

Puan: 7.5

The Assassination of Jesse James by the Coward Robert Ford (2007)


Efendim bugün sizlere hayatımın filmlerinden birinden kısaca bahsedeyim. Şu 19 yıllık kısa ömrümde izlediğim kısıtlı sayıda film arasında "Mükemmel." dediğim, "Harika lan." dediğim, defalarca seyrettiğim çok nadir filmlerden birinden... Lakin baştan söyleyeyim, film yaklaşık üç saat. Ayrıca kağnı gibi ilerliyor. Buna rağmen gözünüzü kırpmadan izleyebilirsiniz, öyle diyeyim.  En azından ben öyle izledim. Adından da anlayabileceğiniz üzere, film Jesse James'in tırsak Robert Ford tarafından suikastini anlatıyor. "Eee üç saat o herif ötekini öldürücek diye mi beklicez lan." demeyin dostlar, durun yapmayın. Kimdir bu Jesse James? Robert Ford? Onlardan bahsedelim.

Jesse James, önceden duymuş olabileceğiniz üzere, haydutun biri. Çizgi romanları falan bile var, ünlü bir sima. James kardeşlerin en küçüğü. Biraz sorunlu bir insan. Bir parmağı yok. "Vahşi Batı" falan da yalan olmaya başladığından, devri kapanıyor Jesse'nin yavaş yavaş. Depresyon belirtileri baş gösteriyor falan. Kendisini Brad Pitt'in canlandırdığını söyleyeyim de, hanım okuyucularımızın da ilgisini çekelim.

Filmin esas adamı ise, Jesse James'ten ziyade, Robert Ford. Kendisini her ne kadar Ben Affleck'in soyundan gelen Casey Affleck canlandırsa da, manyak bir performans sergilediğini belirtmeden geçemeyeceğim. Kendisi bebelik zamanlarından beri James kardeşler çizgi romanlarını okuyan, "Ben de Jesse gibi haydut olucam, binicem ata, vurucam kırbacı vurucam kırbacı." hevesiyle yanıp tutuşan bir delikanlı. James kardeşlerin son tren soygunlarına da "Abi bokunuzu yiyim abi ben de geleyim abi." diye yalvar yakar kabul ediliyor adam eksik diye. Böylece kendisinin de James kardeşlerle, esas olarak da Jesse ile tabii, münasebeti başlıyor. Olaylar gelişiyor. (James kardeşler dediğim de iki kişi kalmış zaten, gerisi ya gebermiş ya hapiste. Kalanların biri Frank, diğeri de bizim Jesse.)

Daha da fazla anlatmıyorum. Oturun izleyin. Görüntüleriyle... Müzikleriyle... Oyunculuklarıyla... Sazıyla... Sözüyle... Çok güzel. Çok. IMDB'de 7.7 almış, o oy verenlerin de kafalarına sıçayım diyor, aranızdan ayrılıyorum.

(Tamam bir anlık gaza gelip 10 verdim. Diğer filmlere ayıp olmaması için 9 yapıyorum onu.)

Puan: 9

11 Şubat 2010 Perşembe

Oldboy (2003)


Bu mu lan efsane film? HA? Bu mu? Gecenin bir buçuğunda bir hevesle bana Divxplanet'te altyazı arattıran film bu muymuş yani? Arkadaş tamam, bende de suç var. Beklentimi inanılmaz yükselttim. Ama bana da hak verin dostlar, Oldboy fanları dört bir yandan kuşattı çevremi. "Abi bu filmi izlemeden film izliyorum deme." diyeni mi ararsın, "Tarantino'yu beşe katlayan bir şaheser." diye atıp tutanı mı ararsın. Al izledik işte. 

Şimdi şöyle ki; Koreli bir deyyus var, adı Dae-Su. İçkili sıçkılı bir akşamın ardından Dae-Su karıya kıza sarkıyor. Aynasızlar da alıp bunu nezarete tıkıverecekken, kankası Joo-Hwan "Memur bey kusura kalmayın hehe." diye polislere üç-beş bir şeyler verip bunu götürüyor. "Bırakın beni, sarhoş değilim." diye bir Levent Kırca tadı yakalayan Dae-Su'yu iki arada bir derede adamın biri kaçırıvermesin mi o esnada?

Dae-Su uyandığında, izbe bir odada buluyor kendini. "Noluyo lan ne işim var burada." diye isyan etse de zaman zaman, bir allahın kulu da gelip "Birader şöyle şöyle oldu, o yüzden hapsediyoruz seni." diye bir açıklama yapmıyor. Dae-Su da vaktini odada oturup TV izleyerek geçiriyor garip. Ne yapsın. Sıkıntıdan "Ulan biraz vücut çalışmak lazım" diye düşünüp duvarları yumrukluyor. Televizyondan karısının öldürüldüğünü, kızının piç gibi bir ailenin yanına verildiğini, kendisinin de bir numaralı şüpheli olduğunu falan izliyor. İyice beynini yiyecek gibi oluyor tabii zavallı, tripten tribe koşuyor. Düşünüyor, "Ulan kimin tavuğuna kışt dedik. Kimin anasına bacısına küfrettik. Etliye sütlüye karışmayan adamım, ne skime 15 yıldır hapisteyim lan ben?!"... Derken 15 yıl geçiyor. (Oha)

15 yılın ardından hayvan gibi sokağa salınan Dae-Su'nun aklında da tek bir düşünce var tabii: Beni hapseden adamı skerteceğim. Lakin 15 yılın ardından sokakta ne bok yiyecek bu adam? Zaten herkes karısını öldürdü sanıyor falan? Telaşa mahal yok dostlarım, onu 15 yıl hapseden adam çıkınca da ne yapacağını hesaplamış tabii. Kendisine paralar, telefonlar yollanıyor. "15 yıldır dayıyorlar ekmeği, beynim de ekmek gibi oldu. Dur şöyle bir ziyafet çekeyim." diye düşünen Dae-Su, dalıyor esnaf lokantasına. "Yok mu şöyle kelle paça bişeyler?" derken muhabbeti kurduğu garson kızla da aralarında bir etkileşim olmasın mı efendim?

Gerisini anlatmıyorum. Oturun izleyin. Sonra da niye bu kadar tapıyorsunuz bu filme, bir mail atın bir şey yapın açıklayın gözünüzü seveyim. "Hafız sonunda dumurdan dumura koştuk, çok etkilendik." midir yani, bu mudur? Neyse bir şey demiyorum artık. Ben beğenmedim. Haydi iyi seyirler.

Puan: 5

10 Şubat 2010 Çarşamba

Straw Dogs (1971)


Tıpkı dün olduğu gibi, bugün de bilgisayarda bir Dustin Hoffman filmi bekliyordu beni. Lakin dünkü "Çocuğun velayeti, aile draması, mıy mıy mıy." tadındaki Kramer vs. Kramer'in ardından, 71 yapımı Straw Dogs biraz ağır geldi bana. Arkadaş bu nasıl filmmiş ya? Başım ağrıdı resmen gerilimden. Annem film öncesi "Ay çok fena çok şiddet var." falan diye uyarmıştı beni ama, heyhat... 

Dustin Hoffman filmde godoş bir Amerikalı matematikçiyi canlandırıyor. Adı David. David ve İngiliz karısı Amy, "Bi kafaları dinleyek ya." niyetiyle bunaltıcı şehirden kaçıp, Amy'nin küçükken yaşadığı İngiliz köyüne gitmeye karar veriyorlar. Köy tam bir dallama yuvası. Bütün gün içip sıçan, hayvan evladı gibi taşkınlık yapıp huzur kaçıran tonla öküz, bu küçük İngiliz köyünü mesken edinmiş. Tabii hâl böyle olunca, bacıları bildikleri Amy'nin ecnebi bir lavuğu getirmesi de mahallenin zırtlanlarının ilgisini çekiyor. "Kim la bu deyyus.", "Top mu la bu." diye sürekli David'in arkasından atıp tutmaya, huzur kaçırmaya başlıyorlar. Bu mahalle itlerinin başına da Charley diye birini koymuşlar. Zırtlanlık yapmadıkları zamanlarda inşaatta amelelik yapan gençlere ustabaşılık ediyor Charley. 

David ve Amy de, Amy'nin nenelerinden kalma eve yerleşiyor bu esnada. Lakin senelerdir insan görmeyen evde çatı akıyor, rutubet baş gösteriyor tabii. Bizim zavallı çift de "İşe yarasınlar da üç-beş bişey kazansın garipler, sevaptır." diye düşünüp Charley ve itlerini çatıyı onarmak üzere evlerine davet ediyor. Ama o da ne? Bu Charley iti Amy'nin eski yavuklusu olmasın mı? Amy başta olabilecek şeylerden korkarak "David yapma etme, kendin onarırsın çatıyı." diye diretse de, biraz godoş yaradılışlı olan David'in "Yaa ne diyon git işim gücüm var, amele miyim lan ben." çıkışıyla susup kalıyor.

Bizim zırtlanlar işe başlıyor; lakin, tahmin edileceği üzere devamlı bir taşkınlık hali. Sürekli bir sataşmalar bir şeyler. Yok efendim "Abla bi su vericen mi?" diye rahatsız etmeler, yok efendim "Abi de çok meşgul bu aralar ehi ehi." diye imalar. Kısaca bir itlik yapacakları açık bu heriflerin. Nitekim Charley de hayvansı duygularını dizginleyememekte ve "Ilan zamanında ne yediydim bu Amy'yi, bi punduna getireyim şu godoş görmeden de..." diye korkunç düşüncelere dalmakta, planlar yapmakta...

Efendim "Gerilim filmi" dediğimiz şey, nah bu film işte. Özellikle son 30-40 dakikalık bölümü "Hassktir." diye diye gözünüzü kırpmadan izleyeceğiniz, şiddetin tavan yaptığı bir film. Öyle ananızla babanızla oturup izlemeyin. Her tür götlük var. İyi seyirler diliyorum.

Puan: 7

9 Şubat 2010 Salı

Kramer vs. Kramer (1979)


Efendim 79 tarihli bol Oscar'lı bu filmi izlemeden önce biraz önyargılıydım diyebilirim. Zira annemin daha önce film hakkında verdiği "Amaan çocuk filmi gibi, boktan sevmezsin sen." şeklindeki beyanlar kafamda soru işaretleri oluşturdu. Ancak "Ulan kısa bişey izleyeyim." niyetiyle açtığım bilgisayarda 100 dakikalık bu filmden daha iyi bir seçenek bulamadım.

Ted Kramer, ki kendisi Dustin Hoffman oluyor, sanat direktörü olarak fotoşop motoşop işleriyle uğraşan bir arkadaş. Fotomaç dergisinde Ronaldinho'ya fener forması giydirerek başlayan kariyeri, sağlam çalışmaları sayesinde ilerleme halinde. Patronunun Ted'i "Seni daha iyi bi yere aldırıcam hafız." diyerek mutlu ettiği bir günün akşamında Ted'in karısı Joanna, ki o da Meryl Streep, ağlayıp zırlayıp evi terk edeceğini söylüyor, zavallı adamın da neşesine turp sıkıyor. Yok efendim "Ben iyi bir ana değilim.", yok efendim "Bıktım bütün gün temizlik yapmaktan, gebereyim de kurtulun." falan bir şeyler. Sonuç olarak vurup kapıyı çıkıyor, bizim Ted'i de 8 yaşındaki oğlancağızıyla -çok affedersiniz- s.k gibi ortada bırakıyor şirret karı.

Ted de lavuğun teki maalesef. İki yumurtayı kırıp da çocuğunun karnını doyuramayan bir denyo. Filmin 12. dakikasında işemesinin akabinde ellerini yıkamadan yumurtayı parmağıyla çırpması nasıl bir sığır olduğunu gözler önüne seriyor zaten. Her ne kadar başlarda "Ulan kendime bakamıyorum daha bu kızancığa nasıl bakıcam." diye tribe girse de Ted, aylar sonunda biraz alışmaya başlıyor babalığa. Acıkınca veriyor ton balığını, veriyor yarım ekmek kaşarı susturuyor çocuğu. Zavallı bebe daha o yaşta bekar evinde yaşamaya alışıyor.

Meryl Streep de bu zaman zarfında kendine iş bulmuş, hayatını yaşıyor. Terapiler merapiler bir şeyler. Gel zaman git zaman o da "Ulan ne biçim anayım lan ben, daha sütüm kesilmeden mal gibi bıraktık çocuğu ortada." diye düşüncelere dalıyor, ve çocuğunun velayetini almak için Ted'in kapısına dayanıyor. Sonra da olaylar gelişiyor falan filan.

İşedikten sonra ellerini yıkamaya tenezzül etmeyen bir lavuk... Çocuğunu ortada bırakıp gidiveren sorunlu bir ana... İşte bu ikisi de Oscar heykelciğini kucaklayıverdi ya, helal olsun. 8 yaşındaki bebenin de Oscar'a aday olarak bir ilki gerçekleştirdiğini belirtelim. Kramer vs. Kramer güzel bir aile draması efendim, sıkılmadan seyredilesi. Haydi hoşçakalın.

Puan: 7.5

8 Şubat 2010 Pazartesi

Léon (1994)


Efendim herkeslerin izleyip de benim bir türlü izleyemediğim filmlerden biri de, Léon idi. (Ulan nasıl yapılıyor şu üstü çizgili "e" harfi, ikidir kopyalıyorum?) Geçenlerde bir hevesle oturdum, ayıptır söylemesi 4 küsür gb'lık çılgın görüntü kalitesindeki filmimi izlemeye başladım. Sevdim de filmi. Lâkin filmin bitimine 9 dakika kala, görüntü karardı. Ses gitti. Film en heyecanlı yerinde kesiliverdi. Nazar değmiş olacak. Geri kalanını da türlü çilelerle Youtube vasıtasıyla izledim filmin neyse ki.

Léon adlı bu şahıs, ekmek parasını adam öldürerek kazanan son derece profesyonel bir seri katil. 15 tane adamı birden türlü maymunluklarla öldürecek kadar yetenekli biri gerçekten de. Cüneyt Arkın gibi bir şey. Ancak ne yazık ki Léon'un şu fani dünyada başka bir olayı yok. Okuma yazma bile bilmeyen, bütün gün kör gözlüğüyle hacı takkesiyle gezen denyonun teki. Boş vakitlerinde evde süt içen, hayvanlar gibi "Hmpf. Hmpf. Hmpf." diye mekik çeken bir lavuk. 

Bu Léon'un karşı dairede de üç çocuklu bir aile var. Ailenin babası ne yazık ki biraz sahtekâr. Torbacıdan mal alıp evinde saklıyor, lâkin kendisine de üç beş gram zulalıyor çaktırmadan. Puştluk diz boyu anlayacağınız. Bu torbacı dediğimiz adam da boru değil, Gary Oldman. Gary gidiyor babaya, "Ben anlamam aga, o mallar verilecek, sana yarına kadar mühlet, yılların kötü adamı Gary Oldman'ın ben skerim bi tarafını." diye tehditleri savuruyor. 

Ertesi gün oluyor, mühlet doluyor. Gary baba, filmdeki adı da Norman bu arada, dediğini yapıyor ve gidip ortamı skertiyor. Bütün aileyi bir güzel kâtlettiğini düşünse de, Mathilda adında 13 yaşındaki sübyanı kaçırıyor elinden. Bizim Mathilda da ne yapsın; ana yok, baba yok, gidiyor karşı daireye sığınıyor Léon'a. "Abi nolur yanına al beni abi ne iş olsa yaparım ben de adam öldürürüm." diye zırlayan Mathilda'ya Léon'un ilk tepkisi "Lan de get, tamam biraz andaval olabilirim ama sübyancı da değilim." olsa da; ısrarlara dayanamayan Léon, alıyor kızancığı evine. Sonuçta o da geleceğin Natalie Portman'ı yani, ne yapsın.

Hani en azından Gary Oldman için izleseniz filmi, sırf ona baksanız, yine şahane. Benim gibi hâlâ izlemeyenler varsa, kaçırmasın efendim. Filmin bir diğer adının "The Professional" olduğunu, ülkemizde ise lavuk bir şekilde "Sevginin Gücü" olarak oynadığını da belirtmek gerekir. Haydi güle güle.

Puan: 8

Good Bye Lenin! (2003)


Efendim sıcağı sıcağına 10 dakika önce izlediğim film için karşınıza geliyorum bu saatte, kıymetimi bilin. Annem ve teyzemle laptopun başına geçtiğimde filmle ilgili tek bir endişem vardı. Lisede Alamnca eğitimi görmemden mütevellit, ne zaman Almanca bir şey görsek bu anne-teyze ikilisi beni "Anlıyor musun???" şeklinde tribe sokuyorlar. Tribe giriyorum, zira anlamıyorum. Neyse ki bu filmde fazla ses etmediler, efendi gibi izledim oturup.

Efendim filmimiz Doğu Almanya'lı bir ailenin ekseninde geçiyor. Daha Berlin Duvarı yıkılmamış. Anne idealist. Baba batıya kaçmış. Çocuklar daha küçük, Alex ve Ariane. Çilekeş öğretmen annemiz, Christiane, oradan oraya koşuşturuyor, "Çocuklar sosyalizm şöyle güzeldir böyle şahanedir." diye eğitiyor Alman kızancıklarını, hayatını adıyor işine. 

Seneler geçiyor, sosyalizm tüm hızıyla devam ediyor, çocuklar büyüyor. Derken, annemiz kalp krizi geçirmesin mi? Tamı tamına 8 ay boyunca komada kalan zavallı Christiane mışıl mışıl uyurken, Almanya'da fantastik gelişmeler oluyor. Duvar yıkılıyor, doğu-batı kaynaşıyor, kapitalizm ülkenin her yanını sarmaya başlıyor. İki gün önce okulda Dev-Sol dağıtan çocuklar, Burger King'de "Büyük seçim olsun." demeye başlıyor. 8 ayın sonunda komadan çıkıyor çilekeş Christiane.

Bizim oğlan Alex "Ulan" diyor, "Zavallı kadın senelerdir sosyalizm mosyalizm diye didindi durdu. Şimdi ben bu kadına nasıl diyeyim 'kapitalizm geldi' diye. Nasıl diyeyim 'evin karşısına starbucks açıldı.' diye. Kalpten gidecek kadın." diye düşünüyor. Nitekim diyemiyor da. Alex düşünüyor taşınıyor, anesinin etrafı saran kapitalizmin farkına varmaması için türlü şebeklikler yapmaya, oyun üstüne oyun oynamaya karar veriyor. 

Efendim bakmayın burada soytarı gibi anlattığıma, film gayet güzel. Hüzünbaza da bağlıyor, güldürmeyi de biliyor. Hâtta "Güldürürken düşündürüyor." diyeyim de, siz tahmin edin gerisini. Haydi görüşürüz.

Puan: 8

6 Şubat 2010 Cumartesi

Gran Torino (2008)


Efendim 2008 tarihli Gran Torino'da, Clint Eastwood'u bir tarafındaki kıllar kadayıf kıvamına gelmiş şekilde izlemek hepimizi üzüyor tabii. Yine de hem yönetip hem de başrolünü oynadığı bu filmde gayet çılgın bir performans sergilediğini görüyoruz Clint Eastwood'un.

Film, Walt adında, hiçbirimizin evine gelmesini istemeyeceği türden bir yaşlının hikâyesini anlatıyor. Zamanında Kore Savaşı'nda savaşmış, Ford fabrikasında çalışmış, şimdi de bütün gün evine huysuz huysuz oturup "Hgghmhmnskym." diye ona buna sataşan geri kafalı, pis bir yaşlı.

Karısı da ölünce, Walt iyice yalnız kalıyor ve ona buna sarmaya başlıyor iyice. "Dünya Amerikalı olsun" felsefesini şiar edinmiş bir faşist olduğu için, yan evdeki çekik gözlülere uyuz oluyor. Karısının "Ölüp gitmeden bir camiiye götür cünup gitmesin." diye tembih ettiği Peder'in "Hadi Walt dayı, he de gidelim." darlamalarına uyuz oluyor. Ailesine ve şımarık torunlarına zaten ayrı uyuz oluyor. 

Bu Walt'ın ikâmet ettiği yer oraların "Çin Mahallesi" gibi bir yer. Her tarafta Hmong'lular Mmong'lular. Sadece bizde yok ya, onlarda da "Aco" diye tabir edebileceğimiz sığır gençler var. Bu gençler bütün gün arabada teybi açıp gezen, ona buna laf atan, mahallenin huzurunu kaçıran herifler. Gün oluyor bu arkadaşlar küçük kuzenlerinin de ikâmet ettiği eve, yani Walt dayının yan komşusu olan eve bir ziyarette bulunuyorlar. Kuzenlerine "Şşş lan Thao, olm godoş gibi oturuyorsun orada bütün gün, gel iki karı kıza laf atalım lan köftehor." diye bulaşan acolar, mahallenin huzurunu da bozuyor tabii.

Zaten her an bir yerlere sarmaya hazır olan Walt dayının da tepesi atıyor tabii. "Ulan 80 yaşındayım diye karamürsel sepeti mi sandınız beni deyyuslar. Bana 'Blondie' derlerdi zamanında, skerim adamı." diyerek mahalleyi aco gazabından kurtaran Walt ile Hmong'lular arasında da bunun üzerine bir gönül bağı kuruluyor tabii sevgili okurlar...

Film fena değil. İzleyin yani, "gideri var". "Ulan 80 yaşındaki Clint Eastwood neler yapıyor, ben hâlâ Facebook'ta home'a basıyorum." diye sizi hüzünlendirebilir lakin. Haydi iyi seyirler.

Puan: 7

5 Şubat 2010 Cuma

Amadeus (1984)


Öncelikle belirtmek isterim ki, buradaki yazılarda seyir zevkinize turp sıkacak "spoiler"lar olmayacak. Filmlerin sonunu benden öğrenmeyeceksiniz. Aksine yalan yanlış şeyler öğreneceksiniz. O konuda bir endişeniz varsa, rahat olun. Tabii Atilla Dorsay gibi "47 tarihli bir melodram, kaçırmayın." tadı da yakalamayacağım merak etmeyin. Neyse, başlayalım.

Efendim 84 tarihli Amadeus'ta, 19. yüzyıl Avusturya'sına gidiyor ve Wolfgang Amadeus Mozart denen yetenekli piçin öyküsünü izliyoruz. Aslında bu yetenekli piçten ziyade onu deliler gibi kıskanan Antonio Salieri ön planda diyebiliriz filmde.

Amadeus 4 yaşında ilk bestesini yazmış, 12 yaşında ilk operasını bestelemiş fantastik bir genç. Ülke çapında da ünlü tabii, ana haber bültenlerinde falan "4 yaşında piyano çalan çocuk!" diye boy boy resimleri çıkıyor. Salieri ise biraz andaval biri açıkçası. O da müzikle falan uğraşıyor kendi halinde lakin bir Mozart olacak kapasitesi yok ne yazık ki. Bunun yanında ailesinin de "Evladım aç kalırsın. Yapma demiyoruz sana, yap ama hobi olarak yap." baskıları, kendisini müzikten uzak tutuyor.

Sonunda günlerden bir gün, Salieri'nin "Sanat manat boktan mânâsız işler." kafasındaki babası boğazına leblebi kaçması sonucu vefat edince, bizim zavallının önü açılıyor. Manyak bir hırsla azimle çalışıyor, yıllar geçiyor, saraya çalgıcı olarak işe alınıyor sonunda. Öküz gibi çalışıyor ama, çalışkanlık da bir yere kadar yetiyor değil mi sevgili okurlar. Nitekim diğer yanda Mozart, "Yetenekli ama piç çocuk" imajıyla Avusturya ortamlarının tozunu attırıyor. Bir yandan alemin en bombastik operalarını bestelerken, bir yandan da sanat camiasında yalamadık soprano bırakmıyor. Hem bestelerini yapıyor, hem de sosyal hayatını ihmal etmiyor. Salieri'nin karı kızla da ilgisi yok, sıkıcı bir insan.

Hâl böyle olunca, Antonio Salieri'nin kıskançlıktan çatlamasına şaşmamak gerek. "Mına koyim eşşek gibi çalışıyoruz burada, şu herif gibi bir bestem yok. Adeta Tarkan'ın arkasında sönük kalan Mustafa Sandal, Serdar Ortaç gibiyim. Skerim böyle işi." diye düşünen Antonio, "Yeteneğimiz yok ama arkamız var ulan. Ben de sarayın adamı olma avantajımı kullanıp bu götoşun ayağını kaydırmazsam, bana da Salieri demesinler." diye yemin ediyor, olaylar gelişiyor.

3 saatlik süresine bakıp gözünüz korkmasın, "Vay anasını ne biçim mekanlar yapmış herifler." diye şaşıra şaşıra izleyeceğiniz gayet güzel bir film. Filmde Mustafa Sandal imajıyla ezik kalan Salieri ise, en azından gerçek hayatta Oscar'ı alarak çocuğu koymuş.

Puan: 8.5

4 Şubat 2010 Perşembe

Giriş


Efendiiim, merhabalar. Üçüncü blog girişimimle hepinizi selamlıyorum. Şöyle bir sağa sola göz atın bakayım. Bak görüyor musun sağdan soldan film şeritleri iniyor, yanda "İzleyiciler" kutuları falan. Uğraştım yani, özendim. Tabii bunları yapmak kolay değil, ha deyince film şeridini koyamıyoruz kenara. Google'dan "Blogger arka plan", "Blogger arka plan nasıl değişir?", "Blogger arka plan nasil degisir?" gibi muhtelif arayışlar sonucu bugünlere gelebildik.

Lafı fazla uzatmayayım. Konsept nedir? Şöyle ki, sizlere izlediğim filmlerden bahsedeceğim. Bu kadar. Hâtta IMDB triplerine girip puanlamalar yapmayı bile düşünüyorum. "Sen kimsin lan deyyus?" diyebilirsiniz tabii. Film otoritesi falan değilim sonuçta. Manyak bir film kültürüm yok. Sen ne kadar biliyorsan, ben de o kadar. Ama 1 TB'lik bir harddiskim, sevgi dolu bir yüreğim var. Maksat gülelim eğlenelim. Sizlerden gelecek öneriler ışığında da film kültürümü birkaç level artırayım.

"Hafif Tarih"i bilenler, nasıl bir şey olacağını daha iyi kavramışlardır zaten. Neyse ya bir açayım da ben görüşürüz zaten. Haydi güle güle.

s.