26 Mart 2010 Cuma

Mine Vaganti (2010)


Efendim bugün İzmir Agora Sinemaları'nda annemle birlikte, Ferzan Özpetek'in Mine Vaganti (Serseri Mayınlar) filmine girdik. Gnctrkcll sağolsun, totalde 8 liraya daldığımız salonda, bizden başka üç kişi vardı zannedersem. Boş salonu seyrederken, böylesine sanatsal değeri yüksek filmlerin neden gişe yapmadığını düşündüğümü zannediyorsanız, yanılıyorsunuz. Ben o sırada annemin kulağına eğilerek "Lan bilet almayıp girsek otursak kim ne dicek ki lan. Kimse bakmıyo ki abi, adam gelip sorsa 'Attım bileti' dersin yani, zaten fiş gibi skindirik bişey. Hayır yani sekiz lirasında değilim de, vermesek olurdu yane." diye konuşmakla meşgul idim. Neyse canım, hafta içi diyedir belki de. Sadede gelelim artık.

Efendim filmimiz İtalya'nın Lecce velayetinde ikâmet eden Cantone ailesinin üzerine kurulu. Lecce'deki fabrikalarında "Nuh'un Ankara Makarnası" tadında makarnalar üreterek İtalyanlığın hakkını sonuna kadar veren ailemizin, iki tane de erkek evladı var: Antonio ve Tommaso.

Antonio Lecce'de makarna işlerine bakarken, Kardeşi Tommaso ise "Okusun evladımız, sonra şirketin başına geçsin." diye düşünen ailesinin dayatmasıyla Roma'da işletme okuyor. Gel zaman git zaman, Tommaso okulunu bitirip baba ocağına geri dönüyor. Babası da sığır bir insan olduğu için "İyi işte bunu şirketin başına geçiririz, sonra da helal süt emmiş biriyle evlendirir Cantone soyunu çılgınca devam ettiririz." diye çocuğu daraltmayı sürdürüyor.

Makarna fabrikasında staja gidip gelen Tommaso, günlerden bir gün dayanamıyor, abisi Antonio'yu kenara çekip başlıyor itiraflara. "Abi." diyor, "Ben gittim Roma'ya da işletme mişletme okumadım. Gittim eğitim fakültesinde edebiyat bitirdim. Roman moman yazıyorum, gönül adamıyım ben, skerim makarnasını duramam ben burada." diye döküyor içini. "Hele hele?" diye şaşıran abisine ikinci darbeyi de bekletmeden indiriyor: "Bi de orda Marco diye bi çocukla tanıştım. Zannedersem bende biraz godoşluk da var. Edebiyat medebiyat derkene yumuşadım biraz. Akşam yemekte söyleyeceğim babama falan da, makarna filan uğraşıcak adam değilim ben aga, ben olmuşum makarna burada."

Dedik ya, baba da biraz mal yaradılışlı. Böyle şeyleri kaldıracak bir adam değil. Yine de Tommaso tüm cesaretini toplayıp babasına durumunu açıklamaya niyetleniyor. Derkeen, abisi Antonio dalıyor söze. "Baba." diyor, "Senelerdir fabrikaya gidip geliyoruz. Bizim satış departmanında yağız bi delikanlı vardı hani, bildin mi? Heh işte. Onunla böyle git gel bir gönül bağı oluşmadı değil aramda. Anladım ki biraz şorololuk var bende. Kusura kalma seni de üzüyorum ama, ipneyim ben."

Babamız hemen "Oğlum tekerlek çıktı." diye krizlere giriyor tabii. Bütün aile şokta. Ama en büyük şoku da, Tommaso yaşıyor haliyle. "Ulan Antonio dürzüsüne bak sen, o da godoşmuş meğer. Bi de ben söylesem şimdi pedere, herif geberip gidicek şoktan. Ne bok yicem lan ben şimdi." diye düşüncelere dalan Tommasi, ne bok yiyeceğini bilemiyor. Olaylar gelişiyor...

Filmde Alba adında son derece hoş bir hanım ile, birbirinden gay birkaç yakışıklı oğlan var. İzlerken ben de kendimi "Ne güzel adamlar ulan bunlar." diye düşünürken bulunca, silkelenip kendime geldim tabii. Ama cidden insanlar güzel, Lecce güzel, film de fena değil. Yukarıda dediklerime bakmayın siz, biletinizi alın efendi gibi gidin izleyin sinemada. Desteklemek lazım böyle şeyleri tabii sonuçta. Di mi. Ehm. İyi seyirler.

Puan: 7

20 Mart 2010 Cumartesi

Shutter Island (2010)


Altı kişiyi tamamlamışız. GNC2 yazıp 2222'ye yollayarak 3 adet Gnctrkcll şifresi elde etmişiz. Vizyonda da Martin Scorsese babanın uzun süredir beklediğimiz filmi var. Daha ne beklerim ki şu hayattan canlar? Filmin sonunda da gördük ki, herhalde hayatımızda 5 liramızı daha verimli olarak değerlendirmemişizdir.

Efendim sene 1954. Bu "Shutter Island" denen yer de, Boston açıklarında, ağır psikopatların ikâmet ettiği bir ada. Ağır dediysek; bayağı beynini yemiş, çevresine zararlı deliler kalabiliyor burada. Neyse efendim günlerden bir gün, Rachel Solando adlı bir hanım hastaneden kaçıvermesin mi? Daha önce üç çocuğuna acımasızca nalları diktiren bu hanım, tahmin edebileceğiniz üzere oldukça tehlikeli. Bunun üzerine, iki polis çağrılıyor olayları çözsün diye: Teddy Daniels ve Chuck Aule. Bunlardan Teddy olanı da, Leonardo DiCaprio takdir edersiniz ki.

Teddy, zamanında İkinci Dünya Savaşı'nda savaşmış ve de savaş atmosferi onu bir hayli tribe sokmuş. Bir de, çiçeği burnunda karısı, apartman dairelerinde kundakçı bir deyyus tarafından acımasızca katledilmiş. Böyle tribal bir hayat, Teddy'yi de sarsmış tabii. Sürekli yok efendim "Migrenim azdı.", yok efendim "Çok pis karabasan gördüm hacı." diye dolaşıyor. Bu kundakçı deyyusun da zamanında Zindan Adası'na yolunun düştüğünü bilen Teddy, "Belki karıyı ararkene o dürzüyü de bulurum." diye içinden geçirmiyor değil.

Teddy ve Chuck adaya varır varmaz hemen "Müdür beyi çağırın." diyerek işe başlıyor. Müdür bey dediğimiz de, Ben Kingsley oluyor. "Beyler şu karıyı buluverin, öz evladını öldüren karı bizi bulsa ne yapar kimbilir." diyen Ben'e "Tamam dayı." cevabını veren ikili, Rachel'in odasına göz atarak işe başlıyor. Odada "The Law of 4. Who is 67?" yazılı bir kağıt bulan Teddy, "Bu ne mına koyim." diye düşüncelere dalıveriyor. Her ne kadar Ben Kingsley ve diğer yetkililer "Yeğenim valla bürokratik engeller." falan diyerek bizim polislerin soruşturmasına limon sıksa da; bizimkiler, diğer hastalarla görüşerek ve kağıttaki ipucundan yola çıkarak bir yerlere varmaya çalışıyorlar.

Efendim son zamanlarda sinemada şöyle güzel bir film izleyememiş olmamın da etkisiyle, filme giderken "Güzel değildir yaa." gibi hislerle gittim. Ayrıca oradan buradan duyduğum "Olm çok klişe yaa." gibi dallama yorumlar da moralimi biraz bozmuştu. Lakin gittik gördük ki, şahane filmmiş. Leonardo da çılgın bir performans sergilemiş. Kesinlikle tavsiye ederim. Gidin görün. "Çok klişe abi..." diyen lavuklarla da  bilahare konuşuruz. İyi seyirler.

Puan: 8.5

13 Mart 2010 Cumartesi

Invictus (2009)


Efendim geçtiğimiz günlerde "Alice in Wonderland"e gitmeye niyetlendik. Tim Burton-Johnny Depp Ltd. Şti.'nin elinden çıkmış bu film için gişede beklerken, Gnctrkcll indiriminin üç boyutlu filmlerde geçerli olmadığı gerçeği yüzümüze adeta bir tokat gibi çarpıldı. Çingen yanımız bastırınca, Alice yerine vizyondaki diğer gidilesi filme bilet alındı: Invictus.

Gerçek olaydan esinlenen Filmimizde Nelson Mandela rolünde, anasının karnından yaşlı doğan Morgan Freeman'ı izliyoruz. Başkası da oynayamazmış arkadaş bu rolü gerçekten. Neyse. Afrika'da ırkçılığa karşı eylemleri sebebiyle mapus damlarında 30 seneye yakın sürüngenlik yapan Mandela, 90 senesinde sonunda serbest bırakılıyor bildiğimiz üzere. 94 senesinde de seçimlerde çocuğu koyarak Güney Afrika Cumhuriyeti'nin başına geçen Mandela, "Ulan ne yapsam etsem de siyahlarla beyazların kardeşliğine  vurgu yapsam, kardeşliği yüceltsem." diye derin düşüncelere dalıyor. Sonunda çözümü buluyor. 95 senesinde ülkesinde düzenlenecek Rugby şampiyonasına beyazlardan oluşan Güney Afrika Rugby takımıyla (Springboks) katılarak, dünyaya "Bakın gençler nasıl da kardeşiz." mesajı vermek.

Springboks da ne yazık ki futboldaki San Marino gibi bir takım. Gelen geçen tokatlıyor bunları. Ülkedeki spor otoriteleri sürekli "Ülkemizde düzenlenen turnuvada elimize alacağız, bu ne kepazelik." yorumları yapıyor. Mandela da duruma el koyuyor ve takımın kaptanı François Pienaar'ı huzuruna çağırıyor -ki kendisini Matt Damon canlandırıyor.

"François yavrum, efendi olun da düzgün oynayın biraz. Koskoca Güney Afrika'yı şamaroğlanı yaptınız lan. Ben burada dostluk kardeşlik diye atıp tutuyorum, siz de bir işin ucundan tutuverin azıcık. Kupada mutlak başarı istiyorum, parası neyse veririz." tadında etkileyici bir konuşma yapan Mandela, kaptanın yüreğini dağlıyor tabii. Anında "Vatan-Millet-Sakarya" triplerine giren kaptan Pienaar, takımı toparlayıp "Beyler bundan böyle it gibi çalışıyoruz, kupayı müzemize götürüyoruz. Emir büyük yerden geldi, yoksa skerler valla." açıklamasını yapıyor. O günden itibaren artık Springboks takımı, kısıtlı yeteneklerini iman gücüyle harmanlayıp turnuvaya hazırlanıyor. Olaylar gelişiyor...

Clint Eastwood filmlerine aşikâr olanlar olayların nasıl gelişeceğini de şimdiden tahmin etmişlerdir. Zaten gerçek bir hikâye yani. Sürpriz mürpriz yok. Onun dışında biraz fazla uzun olmuş lan film. Rugby maçlarında içime fenalıklar gelmedi değil. Yine de güzel oyunculuklar, güzel çekimler, barış, kardeşlik, falan feşmekan. İzleyebilirsiniz efendim. Görüşürüz.

Puan: 7